30 Kasım 2012 Cuma

"ZÜLFÜ LİVANELİ'NDEN MUHTEŞEM BİR YAZI!!"

İşte Başbakanın Ecdadımız dediği Kanuni Sultan Süleyman...

Hükümetin ve diziye kızanların asıl derdi ne harem entrikal

arı, ne Hürrem’in ihtirası, ne giyim kuşam.

Onlar asıl gelecek bölümlerden korkuyorlar; Türk halkının gerçekleri öğrenmesinden ürküyorlar.

Çünkü “Muhteşem“ denilen Süleyman, en yakın arkadaşı, önce “Makbul“ sonra “Maktul“ İbrahim Paşa olarak anılan İbrahim’den başlamak üzere, herkesi öldürtecek.

Yakışıklılığı ve sevimliliği ile izleyiciye kendini çok sevdiren Şehzade Mustafa, Hürrem ve Rüstem’in hileleri sonucunda boğdurulacak.

Şehzade Mehmet eceliyle öldüğü için bu akıbetten kurtulacak ama dizideki o sevimli çocuk yani Bayezid yağlı ilmekten kaçamayacak. İltica ettiği İran sarayına, babasının emriyle gönderilen Osmanlı cellatları tarafından oğullarıyla birlikte katledilecek.

Bayezid ve dört oğlunu Kazvin zindanında boğan cellatlar, bununla da yetinmeyecekler. Bursa’ya giderek Bayezid’in matem içindeki hanımının kucağındaki üç yaşında çocuğu da boğacaklar.

Hürrem’in tahta çıkarmak istediği hasta ve kambur Cihangir ise ağabeyi Mustafa’nın katlinden sonra şiddet ortamına daha fazla dayanamayarak genç yaşta vefat edecek, adına cami yaptırılan Cihangir semti de yüzyıllar sonra “Yalan Dünya“ dekoru hâline gelecek.

Süleyman Zigetvar’da öldüğünde, tahta geçebilecek tek oğul hayatta kalmış olacak. O da içkiye düşkünlüğü ile bilinen, İstanbul’a morarmış bir halde sedye üstünde getirilen ve padişah olduktan sonra bir sarhoşluk anında hamamda kayıp kafasını çarparak ölen Sarı Selim.

Ve tarihler, Süleyman sonrasını “Duraklama Devri“ olarak yazacak.

Zülfü Livaneli

28 Kasım 2012 Çarşamba

"DOĞRU SÖYLEYENİ..."


Uzak ülkelerin birinde..
Adı lazım değil, bir başbakan, şoförünün kullandığı limuzin ile kırsal
alanda hızla yol almaktaymış.
Derken, yanından geçtikleri köyün domuz çiftliğinden kaçan bir domuz
yolun ortasına çıkmış.
Şoför direksiyonu kırsa da domuza çarpmayı engelleyememiş.
Domuz ölmüş.
Durmuşlar.
Başbakan şoföre talimat vermiş: "Git şu çiftliğe, domuzu öldürdüğünü
söyle, ne isterlerse ver."
Şoför arabadan inip çiftliğe gitmiş.
Aradan yarım saat geçmiş.
Geri dönmüş. Elinde bir şişe şampanya, yanaklarında rujlu öpücük
izleri, saçı başı darmadağın.
Başbakan hayret içinde şoföre sormuş: "Yahu ne oldu da bu kadar geç kaldın ?"
Şoför anlatmaya başlamış: "Çiftlik sahibi bir şampanya açtı, güzel
karısı beni yanaklarımdan öptü, hatta elime biraz da para
tutuşturdular..."
Başbakan sinirlenmiş: "Ne dedin ki onlara ?"
Şoför yanıtlamış: "Valla başbakanım, sadece doğruyu söyledim:
"Ben başbakanın şoförüyüm, domuzu öldürdüm. Onu haber vermek için geldim." dedim

15 Ekim 2012 Pazartesi

"Limon Sıkmaaa..."


 Dondurulmuş limonun şaşırtıcı faydası

Bunların tamamı.....Donmuş limondadır.

Restoranlardaki çoğu  bilinçli tüketiciler limonun tamamını kullanır veya tüketirler, hiç bir kısmını ziyan etmezler.

Ziyan etmeden limonun tamamını nasıl kullanırsınız?

Basit..  limonu (yıkayıp) buz dolabınızın buzluk bölümüne koyuyorsunuz. Donduktan sonra mutfak rendesini alıp limonun tamamını rendeleyebilirsiniz. Soymanız falan gerekmiyor. Rendelenmişini yemeklerinizin üzerine serpebilir,viskinize, şarabınıza, sebze salatasına, dondurmaya, çorbaya, makarnaya, makarna sosuna, suşiye, balık porsiyonlarına katabilirsiniz. Yemeklerin tamamı, daha önce hiç tatmadığınız mükemmel bir lezzet kazanacaktır. Büyük olasılıkla, limon denince sadece limon suyu ve vitamin C aklınıza gelir. Sadece bu kadar olduğunu düşünürsünüz. Artık limonun gizemlerini öğrenince onu kupada içeceğiniz hazır çorbalarınıza bile katabileceksiniz.

Limonun tamamını kullanmanın, bir kısmını ziyan etmeyip yemeklerinize yeni bir lezzet katması dışında asıl avantajı nedir?

Rendelenmiş limonunuz, limonun sadece suyunda bulunandan 5 veya 10 kat daha fazla vitamin içerir. Ve evet, şimdiye kadar bunu kaybediyordunuz. Ama bundan sonra, tüm limonu dondurmak gibi basit bir işlem sonrasında, onu rendeleyip yemeklerinizin üzerine serperek tüm besleyici özelliklerini kullanıyor olacak, yani daha sağlıklı besleniyor olacaksınız. Ayrıca rendelenmiş limonun dinçleştirici ve vücuttaki toksinleri giderici etkisinden yararlanacaksınız.

İşte bunun için limonunuzu buzluğa koyun, donsun ve her gün yemeklerinizin üzerine rendeleyin. Böylece, yiyecek ve içeceklerinizi daha leziz hale getirip daha sağlıklı ve uzun yaşamın anahtarını kullanıyor olun! İşte limonun gizemi budur! Geç bile olsa başlayın, HİÇ olmamasından İYİDİR! Limonun sürpriz yararlarından faydalanın!

19 Eylül 2012 Çarşamba

"ÜÇ GECE"


"Öyle üç geceye sığmaz İstanbul...
Puslu sabahları dinlemek
Şirin Kızkulesini
Sığdırmak küçüçük çeplerimize
Yürümek aldırmadan
Gözlerimizdeki buğuya
Eşlik eden mor damlalarla...
Yalancıktan gülümsemek
Üstümüze yıkılmak isteyen surlara
Öyle üç geceye sığmaz İstanbul...
Şahit nice sırlara..."

*





BANA ULAŞABİLİRSİNİZ>>>
wykoray@gmail.com
*0546 655 73 75*

10 Eylül 2012 Pazartesi

Prof.Dr. Celal Şengör'ün- Muhteşem Yüzyıl için yazdıkları



 
Bu toplumun  hemen hiçbir değeri kalmadı: Tek değer, kişilerin ve/veya
grupların hak  etmedikleri şeylere uzanmak için olabilen her yolu denemesinin
en makbul  marifet sayılmasıdır.

Türkiye rüşvet ve hırsızlıkta Avrupa birincisi,  dünya dördüncüsüdür. Dünya ülkeleri
arasında cahillik düzeyiyle en ön  saflarda yer alıyor, dünya üniversiteleri
arasında adı anılabilecek ilk  500 arasında hiçbir üniversitesi yoktur.

Başta Cumhurbaşkanı ve  Başbakan olmak üzere devleti yönetenlerin hakkında bulunan
suç dosyaları  nedeniyle dünya birincisidir (Kemal Baytaş, Sözcü 13 Şubat  2011).

İçeri atılan gazetecilerin sayısıyla dile gelen aykırı fikre  tahammülde, nihayet
İran ve Çin'in bile gerisine düşerek sondan  birinciliği kaptı.

Gün geçmiyor ki ırzına geçilen kadın, cinsiyet  nedeniyle veya töre denen
ahlaksızlıklar yüzünden öldürülen kız ve kadın  haberleri gazetelerimizde,
televizyonlarımızda yer almasın.

En son  öğrencilerimizi hatta devlete ait kurumlar ve devletin memurları  eliyle
harcamak, onların hayatlarını karartmak sıradan olay oldu, bunları  yapan ve
kötü niyetleri artık her gün dile gelen akıl ve beceri  fakirleri devletin  ve
hükümetin güvencesi altına alındı.

Tüm bunlar ne zaman oluyor? Muhafazakâr  değerlerimizin şahlandığı, Atatürk'ün
getirdiği akılcılıktan hızla  uzaklaştığımız bir dönemde;Türkiye halkı
tamamen keçileri kaçırdı mı,  yoksa bu ahlaksızlıklar zümresi onun gerçek
değerlerini mi  yansıtıyor?

Bence ne biri ne diğeri. Halk o kadar cahilleşti ki,  yaptığı şeylerin veya
kendisine yapılanların çoğunun ahlaksızlık  olduğunu, bu ahlaksızlıkların er
veya geç kendisini zarara uğratacağını,  çoluk-çocuğunu süründüreceğini
göremez hale geldi, safsatayla uyutulmayı  tercih eder oldu.

Türkiye halkı kravat takar, lüks otomobillerde  dolaşır, bikinili hatunları sosyetik
plajları doldurur veya şehirlerini  şekilsiz gökdelenlerle doldurup oraları
<> ederek  yaşanmaz hale getirir, ama tüm bu halk  zenginiyle fakiriyle, 
 şehirlisiyle köylüsüyle zır cahildir. Kendi tarihinden
habersizdir. Aslında ne  dilini, ne dinini bilir, negeleneklerini tanır, ne
de toplumsal  değerlerinin evriminden haberdardır.

Muhteşem Yüzyıl diye  televizyonlarda alkışladığı dönemde, devletinde Amerika'dan
gelen gümüşün  ilk enflâsyonu başlattığını bilmez (çünkü Avrupalı
<>  dünyayı keşfederken, muhteşem [!] padişahları
hareminde gönül  eğlendirmekte, dünyayı öğrenelim diyen Pirî Reis'in  kafasını
vurdurmaktadır).

Muhteşem (!) yüzyılda Anadolu'da medrese  o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci
haydutluğa başlamıştır (buna softa  şekâveti denir).

Avrupa'da ilk yenilgimizi Muhteşem (!) Süleyman  devrinde aldığımız gibi (I.Viyana
bozgunu: 1529), Hint Okyanusuna her  çıkışımızda mini mini Portekiz'den
sopayı yiyip Kızıldeniz'e veya Basra  Körfezi'ne tıkılışımız da bu büyük (!)
padişah efendimizin devrindedir.  Gene onun zamanında dünya keşfedilirken,
Hint Okyanusu'na kadırga denen  sandallarla açılan ve 1554'te Hindistan'da
karaya vuran büyük (!) bir  amiralimiz, yürüyerek üç senede Hindistan'dan
Edirne'ye gelmiş ve meşhur  bir kitap (Mirât-ül Memâlik) yazmıştı.

El alemin dünyayı öğrendiği bu  dönemde Seydî Ali Reis gazel söyleyip, eğlence
partilerini anlatmaktan başka tek bir  detaylı coğrafya bilgisi toplamayı gerekli bulmamıştı.

Büyük (!)  Sultanımız Süleyman'ın Fransa kralı I. François'yı hapisten bir mektupla
kurtardığını okurduk  mektepte. O François'nın kurduğu Collège de France
bugün dünyanın en  önemli araştırma kurumlarından biridir. Bizimkinin hangi
kurumu ayakta  kaldı? Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası oldu?
Tek becerdiği kalıcı  şey, aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa'yı Hürrem
uğruna katlettirip,  devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak  oldu.

Artık yeter! Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip  yücelten, buna karşılık
bize  bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu  insanlar
olmamızı sağlayan Atatürk'ü aşağılayan âlim pozlu, ukala tavırlı  zır
cahilleri her gün halkın karşısına diken televizyon kanallarından  ve
gazetelerden gına geldi. Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin  eseridir
sanıyorsunuz? Cehalet tüm fenalıkların anasıdır. Biz de o anayı  besleyip
duruyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz. Artık yeter!  Memleketimde her
elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan  bıktım.

Celal Şengör, Bilim Teknoloji (Cumhuriyet) sayı:1258

7 Eylül 2012 Cuma

*


*ÇEŞME-İ İRFAN*"Akıl kafandan gidince, ya kaçarken yakalarmışsın ya da... "


Gazi boşuna: - Övün, çalış, güven dememiş. Oysa biz övünürken de, hem Türklüğümüz ve Müslümanlığımızla, hem de padişahlarımızla övünüyoruz; Türk ve Müslüman’a, Türk ve Müslüman propagandası yapmamız da cabası...
* * *
Oysa Osmanoğulları, çok aşağı görürlerdi Türk ırkını. “Etrak” (Türk’ün çoğulu) biidrak (algılamasız); onların çok sık tekrarladığı bir küçümsemeydi.
* * *
300 yıl önce Nef’i:
Türk’e hak çeşme-i irfanı (anlayış yeteneğini) haram etmiştir
Diye yazıyordu.
Eski Dışişleri bakanlarından rahmetli Turhan Güneş de, gülerek sık tekrarlardı bu mısraı.
* * *
Gazi, belki de Türk ırkı çok küçümsendiği için, önce:
- Övün, demiş; sonra da peş peşe yüzlerce hamasi manzume yazılmasının yolunu açmıştı.
* * *
88 yıllık T.C.’nin vara vara nereye vardığının, somut özetini görmek isterseniz; Altunizade’den Beylerbeyi’ne inen “Oymacı” sokağından bir geçin.
Yeni yapılmış villalar da oradadır, damı çökmüş ve tenekelerle kapatılmış camları kapısı kırık dökük eski zaman konakları da; 5-6 ay önce yıkılmış kaçak gecekonduların hala kaldırılmamış mezbelesi ve hemen oraya bir gecekondu yaptırıp içinde yaşamaya başlayanların, kapıları önüne diktikleri uzunca bir sopanın ucunda bir sigorta olarak- sallanan eskimiş bir bayrak da...
* * *
Harika bir botanik bahçesi de oradadır, lokantaların önüne konan reklam heykellerinin sıram sıram önünde durduğu heykel atölyesi de ve başı türbanlı mankenleriyle giyim mağazaları da...
Ayrıca bazı yeni villa inşaatları da devam etmekte...
* * *
Çarşamba günkü Sabah Gazetesi’nde de, Yahya Bostan’ın özel haberi:
“DİŞE DİŞ DÖNEMİ” diye manşete çekilmişti. Altında da şu açıklamalar vardı:
“Terör örgütüne karşı yeni strateji: Bordo Bereliler daha aktif olacak, komutanlar gerekirse karakollarda yatacak.”
* * *
Acaba akıl sonradan mı başa geliyordu ve birileri de tuvaletlerde ıkınmaya mı başlamıştı?
Tövbe tövbe, estağfurullah...
Ama niye şimdiye kadar yeteri önlemler alınmayıp, onca şehit verilmiş olduğu da takılıyor akla...
* * *
Beylerbeyi İskelesi’ndeki “Via Balık Restaurant” da harika bir gözlem yeridir, Kuleli’yi geçtikten sonraki “Adile Sultan Sarayı”nın korusu da, sarayın içindeki “Borsa Lokantası”nın terasından Asya Kıt’asıyla Avrupa Kıt’asına ve aralarından geçen masmavi Boğaz’a bakmak da muhteşem bir ömür ödülüdür.
* * *
Kızım Zeynep Bakan ve ağabeyi Ahmet Altan’la, saat 15 sularında oraya gittik...
Bir ömürlük bir yorgunluğa ılık bir duş gibiydi o eşine menendine rastlanmayacak manzara...
Ne yazık ki ne Zeyrekliler orasını biliyor, ne Kandillililer Zeyrek’i biliyordu.
* * *
Ve bendeniz, şiirler okuyordum kızımla birlikte bana sahip çıkan oğluma:
Kandilli yüzerken uykularda,
Mehtabı sürükledik sularda,
Bir yoldu parıldayan gümüşten,
Gittik bahs açmadık dönüşten.
* * *
Bastıra bastıra tekrarlayıp duruyordum:
İstanbul’u sevmezse gönül aşktan ne anlar?
* * *
Bendeniz de biliyorum ki ömürler biter İstanbul bitmezdi. 1500 yıl önce yapılmış olan ve “Borsa”nın teraslarından da görünen Ayasofya da bitmezdi.
* * *
Torunumun yavrusu Leyla’cık “Büyük dede”nin bugünkü yaşına geldiğinde, kim bilir İstanbul nasıl olacaktı?
Bunu öngörebilecek beyin ise hiç kimsede yoktu.

2 Eylül 2012 Pazar

*












"ISLAK KALDIRIMLAR..."

Islak kaldırımlara düşüyor
Yaşlı çınarın solgun yaprakları
Saçağın altında iki sevgili
Öylesine susup bakışıyorlar
Tutulmuş sanki ikisinin de dili


Mevsim işte o mevsim
Çırçıplak kalacak birazdan dallar
Üstüme bir hüzündür çöküyor
Bu şehrin bir köşesine
Kaçışıp yok oluyor insanlar


Pembe mi ne bu damlalar
Tanıyorum ıslak kaldırımları
Işıl ışıl gözleri o mini eteklinin
Beni selamlıyor cumbalı evler
Bir mevsim göçüp gidiyor
( M K B )

1 Eylül 2012 Cumartesi

*****


"Büyük Türk Milletine..."

Büyük Türk Milletine,
Bütün ömrünü, hizmetine vakfettiği sevgili milletinin ihtiram kolları üstünde Ulu Atatürk'ün fani vücudu, istirahat yerine tevdi edilmiştir. Hakikatte yattığı yer, Türk milletinin onun için aşk ve iftiharla dolu olan kahraman ve vefalı göğsüdür.
Atatürk, tarihte uğradığımız en zalim ve haksız itham gününde meydana atılmış, Türk milletinin masum ve haklı olduğunu iddia v

e ilan etmiştir. İlk önce ehemmiyeti kavranmamış olan gür sesi, asla yıpranmayan bir kuvvetle, nihayet bütün cihanın şuuruna nüfuz etmiştir.
En büyük zaferleri kazandıktan sonra da Atatürk, ömrünü yalnız Türk milletinin haklarını,insaniyete ezeli hizmetlerini ve tarihe hak ettiği meziyetlerini ispat etmekle geçirmiştir. Milletimizin büyüklüğüne, kudretine, faziletine, medeniyet istidadına ve mükellef olduğu insaniyet vazifelerine sarsılmaz itikadı vardır.
"Ne mutlu Türk'üm diyene!" dediği zaman, kendi engin ruhunun, hiç sönmeyen aşkını en manalı bir surette hulasa etmiş idi.
Fena zihniyet ve idare ile geri bırakılmış Türk cemiyetini, en kısa yoldan insanlığın en mütekamil ve en temiz zihniyetleriyle mücehhez modern bir devlet haline getirmek, onun başlıca kaygısı olmuştur. Teşkilat-ı Esasiye'mizde ve bugün hizmet başında, irfan muhitinde ve geniş halk içinde bulunan bütün vatandaşların vicdanlarında yerleşmiş olan laik, milliyetçi, halkçı, inkılapçı, devletçi cumhuriyet, bize bütün evsafiyle Atatürk'ün en kıymetli emanetidir.
Üfulünden beri Atatürk'ün aziz adı ve hatırası, bütün halkımızın en candan duygularıyla sarılmıştır. Memleketimizin her köşesinde ve bütün milletçe kendisine gösterdiğimiz samimi bağlılık, devlet ve milletimiz için kudret ve vefanın beliğ misalidir. Türk milletinin aziz Atatürk'e gösterdiği sevgi ve saygı, Onun niçin Atatürk gibi bir evlat yetiştirebilir bir kaynak olduğunu bütün dünyaya göstermiştir.
Atatürk'e tazim vazifemizi ifa ettiğimiz bu anda, halkımıza, kalbimden gelen şükran duygularını ifade etmeyi, ödenmesi lazım bir borç saydım.
Milletlerarasında kardeşçe insanlık hayatı Atatürk'ün en kıymetli ideali idi. Bütün dünyada ölümünün gördüğü ihtiramı, insanlığın atisi için ümit verici bir müjde olarak selamlarım. Bu sözlerim, yazılarıyla ve toprağımızla şövalye askerleri ve mümtaz şahsiyetleriyle yasımıza iştirak eden büyük milletlere Türk milleti adına şükranlarımın ifadesidir.
Devletimizin banisi ve milletimizin fedakar, sadık hadimi, insanlık idealinin aşık ve mümtaz siması, eşsiz kahraman Atatürk; vatan sana minnettardır.
Bütün ömrünü hizmetine verdiğin Türk milletiyle beraber senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz. Bütün hayatında bize ruhundaki ateşten canlılık verdin. Emin ol, aziz hatıran, sönmez meş'ale olarak ruhlarımızı daima ateşli ve uyanık tutacaktır.

Reisicumhur İsmet İnönü

26 Ağustos 2012 Pazar

"Hay bilemez olsaydım!"



 ( "İstanbul'un kuytu köşeleri"-Aydın boysan)



Ben Sıraselviler'in selvilerini görmedim ama, Şişli Sıracevizler'in ceviz
ağaçlarını,  bilirim. Şişli-Zincirlikuyu arasının, dut bahçeleriyle dolu
olduğunu,  bilirim. Şimdi Taksim'de İnönü Gezisi olan yerde, görkemli bir
kışla binası olduğunu , bu kışla avlusunda İstanbul'daki futbol milli
maçlarının yapıldığı tek stadyumumuz olduğunu bilirim .

Nüfusu bir milyona varmayan İstanbul'da yaşamanın rahatlığını, şehrin her
yanına birkaç kuruşa tramvayla gidilebildiğini,  bilirim.
İstanbul nüfusunun tarihte ilk kez 1950 yılında bir milyonu aştığını,
bilirim. Daha önce Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti olarak
bile
bir milyonu aşmadığını,  bilirim. Şimdi artık Gebze'den Büyükçekmece'ye
kadar bütünleşen İstanbul nüfusunun onbeş milyonu aştığını,  bilirim.

İstanbul nüfusunun eskiden imparatorluk sentezi olduğunu, şimdi ise artık
kasaba çeşitlemesine dönüştüğünü,  bilirim.

Her caddenin, her semtin aşçı dükkanlarıyla dolu olduğunu , her aşçıda
elbasan tavadan çiçek bamyaya kadar zengin tencere yemeği çeşitleri
olduğunu, bilirim.
Sebze yemeklerinin yıllarca fiyatı değişmeden  7,5 kuruş, et yemeklerinin
12,5 kuruş olduğunu bilirim.

Topkapı surları dışında hemen bağların başladığını,  beş kuruş verip bağın
kapısından girenin patlayıncaya kadar üzüm yemeye izinli olduğunu, bilirim.

Yedikule marulunun, Kanlıca yoğurdunun, Beykoz paçasının lezzetini unutmam.
At kuyruğu kılından olta yapmayı,  bilirim.Samatya'dan kürekle Ahırkapı'ya
girip çapari salladığımızı, istavrit çıkarsa uskumru olmayacağı için, hemen
olta toplayıp geri döndüğümüzü bilirim.
Palamut yiyenlerin ağzının tadını bilmezlikle aşağılandığı zamanları
bilirim.

Lezzetli ve ucuz  balık bolluğu yüzünden, tutumlu insanlar çarşısı
Samatya'da levrek ve kalkanların bütün olarak, nefis kılıç balıklarının ise
dilimlenerek satıldığını, bilirim.
Bu nedenlerle, İstanbul'un Samatya ve benzeri semtlerinde kebap denen
yiyeceğin tanınmadığını bilirim.

İnsanların sanki mahşerdeymiş gibi çoğalmasıyla birlikte lezzetli
balıkların iyice azalması sonucu olarak, İstanbul'da kebap istilası
yaşandığını, bu nedenle İstanbul tarihini:
1- Kebaptan önce, 2- Kebaptan sonra olarak ikiye ayırdığımı, unutmam.

Nüfus artışı yüzünden bir şehrin yoğunluğu azdırılmışsa, tarihe ve
insanlara karşı  bu davranışı sıfatlandırmak için ihanetin ötesinde bir
sıfat aranması gerektiğini, bilirim.

Hay bilemez olsaydım!

A.Boysan

8 Ağustos 2012 Çarşamba

"Organik Tarım Doğal Tarım mıdır?"



Kasaptan et alıp ekmek içi, karabiber, tuz, soğan ve yumurta sarısı ile yoğurarak beş dakikada köfte hazırlayabilirdiniz. Sistem, ''Gerek yok'' dedi ''değerli vaktinizi harcamaya.'' ''Reyonlarımıza gelin ve çalışan, modern kadının kurtarıcısı hazır köftelerden birkaç kutu satın alın.'' 
Yok, tadını beğenmediniz mi? Tamam, kendiniz alın eti... Ama en azından şu yan reyondaki hazır köfte harcını kullanın. 
Kuru ekmekleri rondoya atıp pırıl pırıl galeta unu hazırlayabilecektiniz, gerek kalmadı. Hazır galeta unları çıkıverdi önünüze. 
Mercimek çorbası kalktı sofralardan, hazır çorbalar girdi. Sütlaç gitti, puding geldi. Limonata demode oldu, asitli içecekler doldurdu dolaplarınızı. Sonra limonata birden yeniden moda oldu, ama sistem sizin için hazırlayınca oldu. 
Yumurta, şeker, un ve süt çırpmaya mı üşenildi ne oldu bilmiyorum ama, hazır pasta tabalarına alışıverdi herkes. Hazır kremalar sizi üç buçuk dakikalık büyük külfetlerden kurtardı. 
''Zamanım işime de yeter, çocuklarıma da yeter; senede iki haftasonu kendi reçelimi, turşumu, salçamı hazırlamaya da yeter.'' diyen annelere deli gözüyle bakıldı. Okula giden çocuğunun beslenme çantasına kremalı bisküvi koyan, havuz başında o çocuğun eline para sıkıştırıp dondurmaya benzeyen, dondurma ile alakası olmayan ürünler aldıran anneler normalden sayıldı. Ne büyük rahatlıktı... ''Aman o kadar da olsun canım'' dı... İyi de hangi ara geldi bu tuhaf ürünlere güven, kimse sormadı. Çarklar döndü, sistem işledi... 
Devasa bir para, devasa bir ticaretti... Büyüdü, dar geldi pazar. Sadece reklamlar yeterli oluyordu. Ürün çoğaldı, pazar sabit kaldı. Haliyle klasik yöntemler yetmez oldu. 
Aslında hiç ihtiyacınız olmayan bir ürünü, sanki onsuz yaşayamazsınız gibi size sunmak... Yeni çağın pazarlama anlayışı bu. 
''O boyalı yoğurdu yemezse çocuğunuz güdük kalır'' dediler. Bizim anneler yemediler. Baktılar tutmadı, güvenilir isimler reklamlara çıktı, yeni çağın ''sosyalleşmiş'' medyasında gerilla savaşı başlatıldı. Sonuçta anneler bir şekilde inandırıldı. Gerçekten bilinçli olan ve ısrarla karşısında duran anneler ise toplum baskısı ile karşı karşıya kaldı. Çocuğunuza boyalı yoğurt yedirmediğinizi gören komşunuz, sizi şöyle bir süzüp ne kadar acımasız bir anne olduğunuzu mırıldandı. 
İftar sofranızda, akşam yemeğinizde, bidon boy asitli içecek yoksa mutluluk haram size. O mutlu aile tablosu... Anne, baba, dede, çocuk... Gülümseyen yüzler, sıcak sohbetler... Hani sanki ayran içseniz kös kös oturup birbirinizi seyredecekmişsiniz de bu meşrubatı alınca mutluluk güneş gibi doğacakmış salonunuzda. Ne bileyim, böyle acayip bir şey...
Şimdi tüm bu oyunlar, tüm bu fırtınalar bir bardak suda kopuyor. Damacana sular ''tü kaka'' şeklinde, medyada çatır çatır alaşağı ediliyor. Üç kuruşluk, zaten başında ruhsat verilmesi abes olan rezil tesisler ile pırıl pırıl suları size getiren firmalar aynı kefede lekeleniyor. 
Ben ambalajlı su sektöründen çıkalı beş sene oldu. Bir menfaatim yok. Hatta o gruptan olan ya da kalan bir dostum da kalmadı. Tek başıma girdiğim, tek başıma başardığım, tek başıma çıktığım bir işti. Bitti. 
Ama şimdi yapılanları görünce, okuyunca bundan sonra neler olacağını anlıyorum. 
Diyelim kendi halinde kurulmuş, pırıl pırıl ama öyle pek de devasa olmayan bir işletmeniz var. Suyu da çok kaliteli... Tüm ''büyüklerin'' gözü sizde. Devrilseniz, hemen tesisi üç otuz paraya kapacaklar. Aşama aşama devirme planını uyguluyorlar. Büyük şehirlerde çok satan, madalyalı, ödüllü mödüllü büyük su firmalarının bu güzel kaynakları alıp ''Exclusive'' olarak kendi portföylerine ekleyecekleri belli oldu bana göre. 
Yıllar yıllar önce dev bir şirket, arıtma su işine girdi. Koca bir fabrika kuruldu, koca koca cihazlar geldi. Suyun sertliği, Magnezyum, Kalsiyum vb. değerleri güzelce ayarlandı. Şık mı şık şişeler ve su dolapları ile satış başladı. Ne var ki bir sorun vardı: Tüketici o kadar da salak değildi. Ütü suyunun ta kendisi olan bu tuhaf şeyi, hiç kimse alıp kafasına dikmedi. Satılması için perakendecilere baskı yaptı bu kez firma. Ürün gamında deli gibi satan başka içecekler vardı. Gitti restoranlara, marketlere, benzin istasyonlarına... ''Eğer'' dedi, ''benim içeceklerimi bulundurmak istiyorsanız, kapınızdan içeri sokabileceğiniz tek su markası da benimki olacak.''.  Bir yandan da ''Doğal Kaynak Suları Bakteri Yuvası'' haberleri döndü durdu medyada o dönem, firma eh işte... Başarılı oldu gibi iki yıl kadar. İki yıl boyunca pek çoğunuzun karnı şişmiştir o ütü suyundan, hatırlarsınız. :) 
Ama işte yine olmadı. Tüketici baskısı, en büyük şirketleri bile dize getirir. Bakterili kaynak suyu haberleri fos çıktı, tüketiciye ütü suyu içmekten gına geldi, satışlar yine durma noktasına indi. O firma, daha fazla dayanamayıp gitti, nitelikli bir doğal kaynak suyu buldu. Tesisi ve kaynakları dudak uçuklatıcı bir para ile satın aldı. Şimdi her yerde bunu satıyor. 
Şu anda ortalıktaki karmaşa, bu ve bunun gibi büyük firmaların genişleme operasyonundan başka şey değil. ''Yakındır, olacak'' denilen su savaşları başladı bile. Alışın, çünkü insan eliyle yaratılamayacak en yaşamsal ihtiyaç o... 
Ben alaylıyım, olanı biteni bildiğimce anlatırım. Derseniz ki ''Bu işin mektebinden de açıklamaya ihtiyacımız var...'' Şu linkten, değerli hocamın görüşlerini okuyabilirsiniz. : Damacana Sular ile Ilgili Bilgilendirme
Su işinde yapılanlar, Organik Tarım meselesinde de yapıldı. Anadolu'da kuşaklar boyunca çiftçinin kendi mahsulünden aldığı, ektiği tohumun nesi vardı..? Hiç ama hiçbir şeyi. Ama düzen doğal haliyle işlerse, bu işten kendine pazar yaratmak isteyenler, para arayanlar nasıl nemalanacaktı? E kolay... ''Hepiniz öleceksiniz'' yaygarası koparıldı. Bir yandan da Anadolu'nun her yanında çiftçinin elinden tohumlar alındı. Yurtdışına çıkarıldı. Tereciye tere satılacaktı, üstelik bu iki ayrı koldan yapılacaktı. 
Tohum almak, tohum satmak yasaklandı önce. Dolmalık biber dikeceksiniz ve Balıkesir'den geçerken bir tarlanın ürününü çok mu beğendiniz? ''Dayı bunun tohumu var mı sende? Aldın mı? Satabilir misin bize?'' diyemezsiniz. Alan da suçludur, satan da... İlla ki sisteme para ödeyeceksiniz. Tohumculuk hakkındaki kanunları araştırın Google'da.
İki sene önce, Adanalı bir polis ile ahbap olduk burada. Kayınbiraderi Adana karpuzunun gerçek tohumlarına sahipmiş. Telefonunu aldık, aradık, karpuz çekirdeği istedik. Kendimiz için dikeceğimiz, altı üstü 300 karpuz çekirdeğini posta ile, kargo ile yollamaktan korktu adamcağız. En sonunda yalvar yakar, Adana otogarından kalkan bir otobüsün muavinine açıktan vermeye ikna ettik. İzmir otogarında uyuşturucu kaçakçısı gibi tohumları alıp getirdik, ektik. Bugün hala bu karpuzları yiyoruz biz. :) Tüketiciye de ZN_tdV6, ERKENCİ-3 gibi acayip acayip isimli tohumlardan çıkan karpuzlar sunuluyor dört yanda. 
Yine de güzel gelişmeler var. Greenpeace büyük bir kamuoyu oluşturmak için elinden geleni yapıyor. Yetkili makamlar üzerinde baskı kuruyor. Kanunun bazı maddeleri iptal ediliyor artık. Bunlar iyi şeyler. :) 
Ama derseniz ki şu Tohum Takas Şenlikleri falan..? Onlar göz boyamadan başka şey değil. Tohumlar şenlik havasında takas ediliyor da kim dikiyor..? Ben hiç görmedim. Kendilerine müşteri, basında bir yer, belediyelerin pazar yerlerinde boş tezgah arayanlardan başka kimse yok oralarda. Dostlar alış-verişte görsün... Büyük şehirlerden kalkıp gelen, bu işi gerçekten seven birkaç permakültürcü dışında herkes gülüyor o işlere. Bir sapta yirmi karpuz alan adam, bir sapta üç karpuza razı olur mu hiç sizi düşünüp..? 
Birinci koldan GDO'lu tohumlar girer; ikinci koldan, aynı kaynaktan ''Organik Tohumlar'' pazarlanır. Allanır, pullanır, üç beş dernek kurulan pazarlardan iyice bir nemalanır, sertifikalar satılır, bilinçlenmeye çalışan tüketici güzelce aldatılır. 
Hiç durup iyice düşündünüz mü..? Okuyun: Organik Tarım Doğal Tarım mıdır? 

13 Temmuz 2012 Cuma

*



"UZAMASIN AYRILIK"
Sen sahilin Karşıyakanın
Engüzel kızı
Sana deliyim
Delice sevdiğim
Sana ben sevdalıyım
Ezelden sevdalıyım
Deli deli sevdiğim
Sana ben sevdalıyım
Sen sis gibisin
Denizin sisi
Kıyıların incisi
Uzamasın ayrılık
Sana ben sevdalıyım
Ezelden sevdalıyım
Deli deli sevdiğim
Sana ben sevdalıyım
(MKB)

29 Mart 2012 Perşembe

"Otobüsteki çağdaş kadına dikilen bakışlar"


Topkapı’nın dışına çıkan otobüslerden birinde, diz kapaklarının iki parmak üstündeki mavi keten eteğiyle, blue jean gömlek giymiş; uzun boylu, kumral, kısa saçlı genç bir kadın...
* * *
Besbelli ki Avrupa kentlerinin birinden gelme... Vücudunun inceliği, giydiğini kendine yakıştırması, havası, rahatlığı onu gösteriyor...
* * *
Daracık alınlı, kalın siyah bıyıklı, esmer kavruk tenli, katı bakışlı erkeklerin gözleri, kadına doğru dönüp çivilendi.
* * *
İnsanın elinde bir kamera olsa da, o bakışlarla o kadını otobüsün içinde çekebilse...
Turizm propagandası açısından değilse de, çağdaş sinemadaki “gerçekçilik” akımı açısından; olağanüstü bir görüntü yakalamış olacak...
* * *
Neden öyle yiyecek gibi bakıyorlar kadına?
Hiç kuşkusuz çok beğendiler Avrupalı genç kadını... Bu beğeninin ayıplanacak hiçbir yönü yok; sadece öyle yerlerde beğenilen bir kadına, onu rahatsız etmeden nasıl bakılacağını bilmiyorlar...
* * *
İçlerinde rahatlatıcı hiçbir titreşimin oynaşmadığı, ampulü bozuk evrak mahzeni koridorlarına benzeyen gözlerini; bodoslamadan karaya gemi bindirir gibi, kadının üstüne bindirip, göz kapaklarını hiç kırpmadan; öyle dik dik bakıyorlar...
* * *
Bari hoşlanmanın verdiği bir yumuşaklıkla, dudaklarına bir gülücüğün ışığı düşse de, yüz çizgileri azıcık gevşese; görüntüleri, ürkütücülükten, genel bir beğeninin sevecenliğine dönüşecek...
* * *
Ama kaşlar hafif çatık, yüzler asık ve siyah kalın bıyıklı dudaklar, neşeleri daha doğarken kökünden kazınmış gibi; garip bir ciddiyetle mühürlü...
* * *
Sanki Havva’sız bir Adem’den yaratılıp, kadınsızlığın bitip tükenmeyen kırbacını yiye yiye gelmişler ta bugünlere...
* * *
Bunu düşününce, görüntülerindeki ürkütücülük; kökleri çok derinlerde olan bir açıklılığa dönüşüyor...
* * *
Madem etekleri diz kapaklarının iki parmak üstünde, şatafatsız giyimli, ama giydiğini kendine yakıştıran; bakımlı, saçları kısa kesilmiş, çocuksu kadın tipini seviyorlar; neden dünyalarını, sevdikleri kadın tipiyle kurmuyorlar; daha doğrusu, dünyalarının kadınlarında, sevdikleri kadın tipini neden yaratamıyorlar?
* * *
Can alıcı soru bu...
Yeryüzüne bir kez geliyorlar... Belki sevdikleri, ama kendilerinin de farkında olmadığı, gizli bir özlemi yanıtlamayan; köleleştirilmiş kadınlarla yaşıyorlar ve uzaktan beğenip, imrenerek baktıkları çağdaş kadın tipleriyle ortak bir dünya kurmak şöyle dursun; onları uygarca seyretmesini dahi beceremeden ölüp gidiyorlar...
Bundan daha hazin bir şey olamaz...
* * *
Neden kendi yakınlarında, aradıkları kadını yaratamıyorlar?
Kendilerinin beğenip, birlikte olmaktan kıvanç duyacakları bir kadını, başkalarının da beğenmesinden mi korkuyorlar?
Ve bu korku nereden geliyor? Kime güvenemiyorlar; yoksa kendileri gibi düşünen erkeklerin bolluğuna mı?..
* * *
Ama her erkek, açlığından kurtulacağı bir kadınla birlikte olursa; otobüslerde, vapurlarda, çağdaş kadınlara dikilen erkek bakışlarındaki ısırıcı yamyamlık da, kolayca törpülenmez mi?
* * *
Sille tokat köleleştirdiğin, zevkini kütleştirdiğin kadınlarla yaşamaya kendini mahkzm et; sonra dışarıda, için eriye eriye beğendiğin, ama hiçbir zaman bir saç örgüsü oluşturamayacağını bildiğin kadınlara, yiyecek gibi bak ve sonra da yaşlanıp öl...
Tanrı aşkına yaşamanın anlamı bu mu demektir?
* * *
Kendinin ve kimsenin beğenmeyeceği bir kadınla birlikte olmanın sağladığı anlamsız güvene; her yönüyle gerçekten beğendiğin bir kadınla birlikte olmanın mutluluğu yeğlenir mi?
* * *
Üstelik her erkeğin eşi, beğenilecek çağdaş bir düzeye geldiği ve kölelikle bakımsızlıktan kurtulduğu zaman; kimse kimsenin karısına yamyamlaşarak bakmaz ki...
* * *
Gelişmiş toplumlarda, bizim Topkapı dışı otobüsünde rastladığımız, Avrupalı kadının üstüne sinek tabağına konan sinekler gibi yapışmış erkek bakışlarına, hiç rastlanıyor mu?
* * *
Mutluluğa yaklaşım, sevdiğin bir işte çalışıp, sevdiğin kişiyle birlikte olmayı başarmakla mümkündür...
* * *
Bunu bir gıdım olsun başaramadın mı, sen o yaşamın çekiver kuyruğunu...
* * *
Yanındaki canım eşini, sille tokat paçavraya çevirdikten sonra; orada burada rastladığın çağdaş yaşam örneklerine, yutkuna yutkuna bakar ve en doğal hakkın olan mutlu ve neşeli bir yaşam beraberliğini ıskalamış olarak; iki arşın bezle, bir avuç toprak olur gidersin...
* * *
Bu, üstelik sadece parasal bir sorun da değildir. Bu, bir gusto sorunu, yaşamı akıllıca değerlendirme sorunu...
* * *
Köyleşme kentleşmesiyle Almanya serüvenleri, biraz daha kendine çeki düzen verecek bir düzeye gelince; yeni kuşakların erkekleriyle kadınları, dedelerinin ne kadar ışıksız ve anlamsız yaşadıklarına şaşacaklar ve onların birer bulunmaz antika olarak duvarlara süs diye asılmış poturlarıyla şalvarları önünde; birbirlerinin gözlerinin içinde eriyerek, pembe şampanyalar içerken:
* * *
“Zavallılar yaşamı nasıl da hiç anlamadan kaybolup gitmişler” diyecekler...
* * *
Topkapı dışı otobüsünde, Avrupalı genç bir kadına yiyecek gibi bakmış olmaktan ibaret bir anıları bulunduğunu dahi, hiç tahmin edemeyecekler.
Not:Çetin Altan'ın“Kadın Işık ve Ateş” kitabında 37 yıl önce yazılmış bir yazı

7 Mart 2012 Çarşamba

"Arka kapaklar aslında ne demek istiyor..?"




Editörler, yayıncılar ve eleştirmenler bir kitabı tanıtırken "lirik", "kışkırtıcı" ya da "kendine has bir dili var" derken aslında ne demek istiyorlar? One-Minute Book Reviews isimli siteden Janice Harayda, sektörün içinden isimlerden twitter üzerinden yaygın yayıncı terimlerini deşifre etmelerini ve bu deşifrelerde #pubcode hashtagini kullanmalarını istemiş. İşte bazılarının cevapları:


"hikâye içine çekiyor": "çok iyi bardak altlığı olur" Don Linn, yayın danışmanı

"dili sade": "çok iddialı ifadeler yok" Mark Kohut, yazar ve danışman

"iyi eleştiriler alan": "pek satmıyor" Peter Ginna, yayıncı.

"çıkış kitabı": "Allah yardımcısı olsun" Larry Hughes, yayınevi yöneticisi

"her türlü kategorizasyona meydan okuyor": "Ne yaptığı hakkında yazarın bile hiçbir fikri yok." James Meader, yayınevi yöneticisi
"yaşadığımız zamanı yakalıyor": "İki yıl önce yaşadığımız zamanları yakalıyor." Mark Athitakis, eleştirmen

"okul için ideal": "Çocuklar bunu okumak zorunda kalmadıkları sürece okumazlar." Linda White, kitap tanıtımcısı

"J.R.R. Tolkien’in görkemli geleneğini sürdürüyor": "Kitapta cüceler var" Jason Pinter, yazar

"kendine has bir dili var": "Editör kontrolünden geçseymiş iyiymiş."

"heyecanlı": "İçinde aklı başında bir şey yok." William Preston, İngilizce öğretmeni

"destansı": "çok uzun" Sheila O’Flanagan, yazar

"erotik": "porno" Peter Ginna, yayıncı

"etnik edebiyat": "beyaz olmayan biri tarafından yazılmış" Rich Villar, yayınevi yöneticisi

"ilgi çekici": "Sayfaları hızla çevirdim ama aslında kitabı okumadım." Sarah Weinman, edebiyat eleştirmeni

"cesur bir sokak masalı": "Mahalleli siyah yazar. Kaçın." Bir edebiyat öğrencisi

"ince işlenmiş bir metin": "Sözcüklerin yarısının ne anlama geldiğini bilmiyorum." Jennifer Weiner, yazar

"edebi": "olay örgüsü yok" Mark Kohut, yazar ve danışman

"uzun süredir beklenen": "geç kalmış" Jan Harayda, yazar ve editör

"lirik": "Pek fazla bir şey olmuyor." Peter Ginna, yayıncı

"özenle araştırılmış": "Çok fazla dipnot var." Larry Hughes, yayıncı

"anı": "Aksi ispatlanana dek kurgu değil." Larry Hughes, yayıncı

"novella": "büyük fontlu kısa öykü" Larry Hughes, yayıncı

"acıklı": "Bu kadar kötü yazmak insanı ağlatıyor." Drew Goodman, yazar ve sosyal medya analisti

"günceli yakalıyor": "orijinal bir kurgusu yok" Jacqueline Deval yazar ve yayıncı

"çok eğlenceli": "kaotik" Peter Ginna, yayıncı

"duygusal": "yumuşak porno" Peter Ginna, yayıncı

"çarpıcı": "Baş karakter ölüyor." Mark Athitakis, eleştirmen

"provokatif": "ırklar ya da dinle ilgili" Mark Athitakis, eleştirmen

"ümit veren": "Çok fazla kusur var ama görmezden gelinebilir." Mark Athitakis, eleştirmen

"cesur": "çok fazla küfür var" Isabel Kaplan, yazar

"ileriyi gören": "Yanlışlığı henüz kanıtlanmadı." Isabel Anders, yazar

"bir kuşağın sesi": "demode" Mark Kohut, yazar ve danışman

"ağır": "Bu canavarı sürekli yanımda taşıyorum ama hâlâ bitiremedim." Emily Nussbaum, eleştirmen

"hayal gücünün sınırlarını zorluyor": "Yazarın kafası iyiymiş." Simon McNeil, yazar

"takip edilmesi gereken bir yazar": "Gerçekten okumak isteyeceğiniz bir yazar değil." Jan Harayda, yazar ve editör

"geniş aile hikayesi": "Anneniz bunu sevebilir." Mark Kohut, yayıncı

"Amerika için ‘uyan’ alarmı": "önceki hükümette yer alan bir yazardan huysuz, sert bir eleştiri" Gary Krist, gazeteci ve yazar

"katmanlı bir anlatım": "Atlayarak okumaktan ya da hızla göz gezdirmekten çekinmeyin." Nancy Pate, yazar ve editör

"dokunaklı": "Bir şey dokundu. Yediğim yemek de olabilir, kitap da." Jennifer Weiner, yazar

"uzun süre konuşulacak": "Hemen şimdi okumanıza gerek yok." Mark Kohut, yazar ve yayıncı

"büyüleyici": "Metni etkileyici bulup, olan biten bir şey olmadığını fark etmeyeceğinizi umuyoruz." Miss Bennet, editör

"yazarın sıkı hayranları": "anne ve eş" Mat Johnson, yazar

"orijinal bir romantik komedi": "Sonunda kadın karaktere araba çarpar. Bir erkek sürücü tarafından." Phillipa Ashley, yazar

"aklınızdan çıkaramayacaksanız": "Aylardır başucumda duruyor ve hâlâ bitiremedim." Sara Eckel, eleştirmen

"sıcacık bir öykü": "Ana karakter bir köpek, yaşlı bir adam ya da ikisi birden." Katha Pollitt, şair ve köşe yazarı

"tarihi bir roman": "Amerika’da geçiyorsa toz, çayırlar ve soluk renkli kıyafetler; İtalya’da geçiyorsa zehir ve entrika, İngiltere’de geçiyorsa seks, güzel kıyafetler ve kelle uçurma." Jennifer Weltz, yazar ajanı

"Hemingwayvari": "kısa cümleler" Arthur Phillips, yazar

"Faulknervari": "uzun cümleler" Arthur Phillips, yazar

"Fitzgeraldvari": "pişmanlık, özlem, zengin insanlar" Arthur Phillips, yazar

"Pulitzer adayı": "Yayıncı 50 dolarlık başvuru ücretini ödedi." Mat Johnson, romancı

"güçlü": "Entrika dolu, bir yargısı var." Mark Kohut, yazar

"alışılmadık": "Beklediğinizden kısa, büyük harf kullanılmamış." Tamara Paulin, yazar

"Shakespearvari": "Herkes ölür, vay be, aynı Hamlet gibi." Mark Kohut, yazar

"insanlık halleri üzerine heyecan uyandıran bir yaklaşım": "Duygular üzerine bir erkek tarafından yazılmış bir kitap." Sara Eckel, eleştirmen
Gönderen SEL Yayıncılık

27 Ocak 2012 Cuma

"TOHTOR LUZUM İTMEZ..."


AZERBAYCAN' DA ŞİFA BULMANIN YOLLARI

EĞER BAŞIZ AĞRİSE:
Bir avuç üzüm sirkesini geniş nefes alarah, var guvvetizle genzize
çekeceksiz. Eğer başız yarım ağrise; iki tene it gavunu havanda ezip
lapa yaparah ağrıyan tarafıza yapıştıracahsız.



EĞER GULAĞIZ AĞRİSE:
Bi çay gaşuğu rakıyı, gulağızın tortiğine tökeceksiz.



EĞER GÖZÜZ AĞRİSE:
Bi haftaluğ doğum yapmış garının, sıcağı sıcağına ağrıyan gözüze üç
damla südünü sağdırup gözüzü açıp yumun ki südü içeri gide.



EĞER BURNUZ AĞRİSE (TATAR HAMI OLMUŞSAZ):

Meşe közüne bi top gahve şekerini atıp dumanını geniş, geniş burnuzdan

nefes alacah şekilde içinize çekin.

EĞER SAÇIZ TÖKİLİSE, YAHUT GAFAZ DAZLAĞSA

Bi avuç eşek fışgısı, iki yumurta sarısı, yüz gram gara saggız, elli gram

çirişi garuşturup gafaniza saracahsız. Heç çıhartmadan bibuçuh ay

gafazda galacah. Sona sökeceksiz, ondan sonra yeni saçlar çıhar.

EĞER DİŞİZ AĞRİSE:
Çorap cağını ataşda eyice gızdırıp ağrıyan dişizi dağlayacahsız. O
dişiz bidaha heç ağrımaz.

EĞER GÖGSÜZ AĞRİSE:
Haşıllı bi havluyu, gızgın su buharında eyice gızdurup, üstüne toz
garabiber töküp sıcağı sıcağına göksüze sarın. Dilizin altınada
garanfil gonciği alıp emerekten yatın. Bismillah artuğ gendizi
üşütmiyene gadar bidaha da gösgüz ağrımaz.

EĞER SIRTIZ AĞRİSE:
Zobayı eyi yahın, odayı eyice gızdurun, belden yuharı soyunup sırtızı
sobaya verin. Ağrızın böyüklüğüne göre iki yada üç tene kupa, bi lohma
gazete kağıdı, Anaza yada Bacıza yahutta Köroğluna(kariniz kastedilmekte), gazete kağıtlarını kupaların içine atıp yahar yahmaz alavlu alavlu ağrıyan yerize kupayı
basdurun. Düşene gadar kupa orada galsın. Düşdükten sona yerine
tendirdiyot sürüp üşütmemek için yün guşahdan eyicene sarın.

EĞER GARNIZ AĞRİSE:
Bi kesme şekere, zencefil ezip bu şekeri zencefil tozuna beleyip
emmeden yudun. Heç bişeyiz galmaz geçer.

EĞER VIRİGE(ishal anlaminda) DÜŞMÜŞSEZ:
Bi havanın içinde limon duzunu, çig gahveden beraber dögüp sabahleyin
aç garnına bi gahve gaşuğu ağzıza atın. Eğer yudamisez bu garışımı heb
yapıp geçi gılliği böyüklüğünde susuz olarah yudun. Eğere içiz daş
kesmezse bu kerede bu ıngıbazlığa geçürmek içün başga bi ilaç söliyem
yapın eğer INGIBAZSAZ (GABIZ OLMUŞSAZ) guyruh yağından

kıkırdağ yapıp ekmeksüz olarak bol bol yeyeceksiz.

EĞER BELİZ AĞRİSE:
İki tutam çejli yünü yıhamadan, bi gaşuh gara biberi yünün üstüne
sepip gine yün guşahnan belize sarın.

EĞER BÖBREGİZDE GUM VARSA SANCILANİSEZ:
Gölgede gurumuş mısır püskülünü çay gaynatır gibi gaynadıp, dölbentte
süzüp iki gece ayazda bekledip, sabahdan ahşama gadar su içmemek
şartıynan hergün bir çay bardağı içeceksiz. Ne gadar daş ve gum varsa
söker atar.

EĞER BASURUZ VARSA:
İkiyüz elli gram gavrulmamış çedene, gine o gadar böğürtlen kökünün
yumrusunu beraber bi çaydanlıhda gaynadın sona suyunu dölbentle
süzdükten sona her sabah aç garnına birer bardah için. Ne ağru galur
ne de meme.

EĞER NASIRIZ VARSA:
Bi üsgük tosbağa tüpürüğü, nasırızın üsdüne töküp elize bi cımbız alıp
bekleyin, nasıl gaşınmaya başlayınca cımbızla zıpbiginden çekip
löpbidek alın.

TOSBAĞA NASIL TÜPÜRÜR:
Bi tene elöpeni tutup tosbağanın garşısına getirin elizde bi fincan
tosbağanın ağzına tutun el öpeni görünce tosbağa gafasını çıharıp ağzı
şoriklenmeye başlar. Sizde o vakit fincanızı doldurun. Sona nasırıza
dökün.

EĞER BARMAĞIZA DOLAMA ÇIHMIŞSA:
Bi bağ soğanı gızgın külde eyice haşlayıp, zıllıgini çıharıp, zılliginin

yerine dolamalı barmağızı sohup barmağız zongluyana gadar iki üç

gün elece soğanın içinde bekletin. Sonra sökün. Dolamayı ne
goymuşsuz ne bulasız.

EĞER COCOZU TUTAMİSEZ:
Gara sakgız, çiriş, çavdar kepeğini garışdırıp ataşda gızdırın. Eriyen
bu maddeyi haşıllı amerikan bezine bastuğ serer gibi serip poçigizin
üstüne bağlayın. Bi daha cocozu gaçırmazsız. Bu ilaca aynı zamanda
poçik yahısıda denir.

EĞER İHTİYARSAZ; ŞEREET DÖŞEĞİNDE MAHÇUPSAZ:
Saf zeytinyağının içine guvvet eksüklüğüze göre on veyahut daha fazla
guru inciri atın. Bi hafta gavanozun içinde zeytinyağı galmayana gadar
incirler beklesin. Sona her sabah aç garnına bi inciri çeynemeden
yudun. Eğerki hosbaht olmazsaz boşunada uğraşmayın sizi teneşür
pekler!!!_YAAAAAAA, işte böle, bol bol yeyeceksiz...