26 Ağustos 2012 Pazar

"Hay bilemez olsaydım!"



 ( "İstanbul'un kuytu köşeleri"-Aydın boysan)



Ben Sıraselviler'in selvilerini görmedim ama, Şişli Sıracevizler'in ceviz
ağaçlarını,  bilirim. Şişli-Zincirlikuyu arasının, dut bahçeleriyle dolu
olduğunu,  bilirim. Şimdi Taksim'de İnönü Gezisi olan yerde, görkemli bir
kışla binası olduğunu , bu kışla avlusunda İstanbul'daki futbol milli
maçlarının yapıldığı tek stadyumumuz olduğunu bilirim .

Nüfusu bir milyona varmayan İstanbul'da yaşamanın rahatlığını, şehrin her
yanına birkaç kuruşa tramvayla gidilebildiğini,  bilirim.
İstanbul nüfusunun tarihte ilk kez 1950 yılında bir milyonu aştığını,
bilirim. Daha önce Bizans ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti olarak
bile
bir milyonu aşmadığını,  bilirim. Şimdi artık Gebze'den Büyükçekmece'ye
kadar bütünleşen İstanbul nüfusunun onbeş milyonu aştığını,  bilirim.

İstanbul nüfusunun eskiden imparatorluk sentezi olduğunu, şimdi ise artık
kasaba çeşitlemesine dönüştüğünü,  bilirim.

Her caddenin, her semtin aşçı dükkanlarıyla dolu olduğunu , her aşçıda
elbasan tavadan çiçek bamyaya kadar zengin tencere yemeği çeşitleri
olduğunu, bilirim.
Sebze yemeklerinin yıllarca fiyatı değişmeden  7,5 kuruş, et yemeklerinin
12,5 kuruş olduğunu bilirim.

Topkapı surları dışında hemen bağların başladığını,  beş kuruş verip bağın
kapısından girenin patlayıncaya kadar üzüm yemeye izinli olduğunu, bilirim.

Yedikule marulunun, Kanlıca yoğurdunun, Beykoz paçasının lezzetini unutmam.
At kuyruğu kılından olta yapmayı,  bilirim.Samatya'dan kürekle Ahırkapı'ya
girip çapari salladığımızı, istavrit çıkarsa uskumru olmayacağı için, hemen
olta toplayıp geri döndüğümüzü bilirim.
Palamut yiyenlerin ağzının tadını bilmezlikle aşağılandığı zamanları
bilirim.

Lezzetli ve ucuz  balık bolluğu yüzünden, tutumlu insanlar çarşısı
Samatya'da levrek ve kalkanların bütün olarak, nefis kılıç balıklarının ise
dilimlenerek satıldığını, bilirim.
Bu nedenlerle, İstanbul'un Samatya ve benzeri semtlerinde kebap denen
yiyeceğin tanınmadığını bilirim.

İnsanların sanki mahşerdeymiş gibi çoğalmasıyla birlikte lezzetli
balıkların iyice azalması sonucu olarak, İstanbul'da kebap istilası
yaşandığını, bu nedenle İstanbul tarihini:
1- Kebaptan önce, 2- Kebaptan sonra olarak ikiye ayırdığımı, unutmam.

Nüfus artışı yüzünden bir şehrin yoğunluğu azdırılmışsa, tarihe ve
insanlara karşı  bu davranışı sıfatlandırmak için ihanetin ötesinde bir
sıfat aranması gerektiğini, bilirim.

Hay bilemez olsaydım!

A.Boysan

8 Ağustos 2012 Çarşamba

"Organik Tarım Doğal Tarım mıdır?"



Kasaptan et alıp ekmek içi, karabiber, tuz, soğan ve yumurta sarısı ile yoğurarak beş dakikada köfte hazırlayabilirdiniz. Sistem, ''Gerek yok'' dedi ''değerli vaktinizi harcamaya.'' ''Reyonlarımıza gelin ve çalışan, modern kadının kurtarıcısı hazır köftelerden birkaç kutu satın alın.'' 
Yok, tadını beğenmediniz mi? Tamam, kendiniz alın eti... Ama en azından şu yan reyondaki hazır köfte harcını kullanın. 
Kuru ekmekleri rondoya atıp pırıl pırıl galeta unu hazırlayabilecektiniz, gerek kalmadı. Hazır galeta unları çıkıverdi önünüze. 
Mercimek çorbası kalktı sofralardan, hazır çorbalar girdi. Sütlaç gitti, puding geldi. Limonata demode oldu, asitli içecekler doldurdu dolaplarınızı. Sonra limonata birden yeniden moda oldu, ama sistem sizin için hazırlayınca oldu. 
Yumurta, şeker, un ve süt çırpmaya mı üşenildi ne oldu bilmiyorum ama, hazır pasta tabalarına alışıverdi herkes. Hazır kremalar sizi üç buçuk dakikalık büyük külfetlerden kurtardı. 
''Zamanım işime de yeter, çocuklarıma da yeter; senede iki haftasonu kendi reçelimi, turşumu, salçamı hazırlamaya da yeter.'' diyen annelere deli gözüyle bakıldı. Okula giden çocuğunun beslenme çantasına kremalı bisküvi koyan, havuz başında o çocuğun eline para sıkıştırıp dondurmaya benzeyen, dondurma ile alakası olmayan ürünler aldıran anneler normalden sayıldı. Ne büyük rahatlıktı... ''Aman o kadar da olsun canım'' dı... İyi de hangi ara geldi bu tuhaf ürünlere güven, kimse sormadı. Çarklar döndü, sistem işledi... 
Devasa bir para, devasa bir ticaretti... Büyüdü, dar geldi pazar. Sadece reklamlar yeterli oluyordu. Ürün çoğaldı, pazar sabit kaldı. Haliyle klasik yöntemler yetmez oldu. 
Aslında hiç ihtiyacınız olmayan bir ürünü, sanki onsuz yaşayamazsınız gibi size sunmak... Yeni çağın pazarlama anlayışı bu. 
''O boyalı yoğurdu yemezse çocuğunuz güdük kalır'' dediler. Bizim anneler yemediler. Baktılar tutmadı, güvenilir isimler reklamlara çıktı, yeni çağın ''sosyalleşmiş'' medyasında gerilla savaşı başlatıldı. Sonuçta anneler bir şekilde inandırıldı. Gerçekten bilinçli olan ve ısrarla karşısında duran anneler ise toplum baskısı ile karşı karşıya kaldı. Çocuğunuza boyalı yoğurt yedirmediğinizi gören komşunuz, sizi şöyle bir süzüp ne kadar acımasız bir anne olduğunuzu mırıldandı. 
İftar sofranızda, akşam yemeğinizde, bidon boy asitli içecek yoksa mutluluk haram size. O mutlu aile tablosu... Anne, baba, dede, çocuk... Gülümseyen yüzler, sıcak sohbetler... Hani sanki ayran içseniz kös kös oturup birbirinizi seyredecekmişsiniz de bu meşrubatı alınca mutluluk güneş gibi doğacakmış salonunuzda. Ne bileyim, böyle acayip bir şey...
Şimdi tüm bu oyunlar, tüm bu fırtınalar bir bardak suda kopuyor. Damacana sular ''tü kaka'' şeklinde, medyada çatır çatır alaşağı ediliyor. Üç kuruşluk, zaten başında ruhsat verilmesi abes olan rezil tesisler ile pırıl pırıl suları size getiren firmalar aynı kefede lekeleniyor. 
Ben ambalajlı su sektöründen çıkalı beş sene oldu. Bir menfaatim yok. Hatta o gruptan olan ya da kalan bir dostum da kalmadı. Tek başıma girdiğim, tek başıma başardığım, tek başıma çıktığım bir işti. Bitti. 
Ama şimdi yapılanları görünce, okuyunca bundan sonra neler olacağını anlıyorum. 
Diyelim kendi halinde kurulmuş, pırıl pırıl ama öyle pek de devasa olmayan bir işletmeniz var. Suyu da çok kaliteli... Tüm ''büyüklerin'' gözü sizde. Devrilseniz, hemen tesisi üç otuz paraya kapacaklar. Aşama aşama devirme planını uyguluyorlar. Büyük şehirlerde çok satan, madalyalı, ödüllü mödüllü büyük su firmalarının bu güzel kaynakları alıp ''Exclusive'' olarak kendi portföylerine ekleyecekleri belli oldu bana göre. 
Yıllar yıllar önce dev bir şirket, arıtma su işine girdi. Koca bir fabrika kuruldu, koca koca cihazlar geldi. Suyun sertliği, Magnezyum, Kalsiyum vb. değerleri güzelce ayarlandı. Şık mı şık şişeler ve su dolapları ile satış başladı. Ne var ki bir sorun vardı: Tüketici o kadar da salak değildi. Ütü suyunun ta kendisi olan bu tuhaf şeyi, hiç kimse alıp kafasına dikmedi. Satılması için perakendecilere baskı yaptı bu kez firma. Ürün gamında deli gibi satan başka içecekler vardı. Gitti restoranlara, marketlere, benzin istasyonlarına... ''Eğer'' dedi, ''benim içeceklerimi bulundurmak istiyorsanız, kapınızdan içeri sokabileceğiniz tek su markası da benimki olacak.''.  Bir yandan da ''Doğal Kaynak Suları Bakteri Yuvası'' haberleri döndü durdu medyada o dönem, firma eh işte... Başarılı oldu gibi iki yıl kadar. İki yıl boyunca pek çoğunuzun karnı şişmiştir o ütü suyundan, hatırlarsınız. :) 
Ama işte yine olmadı. Tüketici baskısı, en büyük şirketleri bile dize getirir. Bakterili kaynak suyu haberleri fos çıktı, tüketiciye ütü suyu içmekten gına geldi, satışlar yine durma noktasına indi. O firma, daha fazla dayanamayıp gitti, nitelikli bir doğal kaynak suyu buldu. Tesisi ve kaynakları dudak uçuklatıcı bir para ile satın aldı. Şimdi her yerde bunu satıyor. 
Şu anda ortalıktaki karmaşa, bu ve bunun gibi büyük firmaların genişleme operasyonundan başka şey değil. ''Yakındır, olacak'' denilen su savaşları başladı bile. Alışın, çünkü insan eliyle yaratılamayacak en yaşamsal ihtiyaç o... 
Ben alaylıyım, olanı biteni bildiğimce anlatırım. Derseniz ki ''Bu işin mektebinden de açıklamaya ihtiyacımız var...'' Şu linkten, değerli hocamın görüşlerini okuyabilirsiniz. : Damacana Sular ile Ilgili Bilgilendirme
Su işinde yapılanlar, Organik Tarım meselesinde de yapıldı. Anadolu'da kuşaklar boyunca çiftçinin kendi mahsulünden aldığı, ektiği tohumun nesi vardı..? Hiç ama hiçbir şeyi. Ama düzen doğal haliyle işlerse, bu işten kendine pazar yaratmak isteyenler, para arayanlar nasıl nemalanacaktı? E kolay... ''Hepiniz öleceksiniz'' yaygarası koparıldı. Bir yandan da Anadolu'nun her yanında çiftçinin elinden tohumlar alındı. Yurtdışına çıkarıldı. Tereciye tere satılacaktı, üstelik bu iki ayrı koldan yapılacaktı. 
Tohum almak, tohum satmak yasaklandı önce. Dolmalık biber dikeceksiniz ve Balıkesir'den geçerken bir tarlanın ürününü çok mu beğendiniz? ''Dayı bunun tohumu var mı sende? Aldın mı? Satabilir misin bize?'' diyemezsiniz. Alan da suçludur, satan da... İlla ki sisteme para ödeyeceksiniz. Tohumculuk hakkındaki kanunları araştırın Google'da.
İki sene önce, Adanalı bir polis ile ahbap olduk burada. Kayınbiraderi Adana karpuzunun gerçek tohumlarına sahipmiş. Telefonunu aldık, aradık, karpuz çekirdeği istedik. Kendimiz için dikeceğimiz, altı üstü 300 karpuz çekirdeğini posta ile, kargo ile yollamaktan korktu adamcağız. En sonunda yalvar yakar, Adana otogarından kalkan bir otobüsün muavinine açıktan vermeye ikna ettik. İzmir otogarında uyuşturucu kaçakçısı gibi tohumları alıp getirdik, ektik. Bugün hala bu karpuzları yiyoruz biz. :) Tüketiciye de ZN_tdV6, ERKENCİ-3 gibi acayip acayip isimli tohumlardan çıkan karpuzlar sunuluyor dört yanda. 
Yine de güzel gelişmeler var. Greenpeace büyük bir kamuoyu oluşturmak için elinden geleni yapıyor. Yetkili makamlar üzerinde baskı kuruyor. Kanunun bazı maddeleri iptal ediliyor artık. Bunlar iyi şeyler. :) 
Ama derseniz ki şu Tohum Takas Şenlikleri falan..? Onlar göz boyamadan başka şey değil. Tohumlar şenlik havasında takas ediliyor da kim dikiyor..? Ben hiç görmedim. Kendilerine müşteri, basında bir yer, belediyelerin pazar yerlerinde boş tezgah arayanlardan başka kimse yok oralarda. Dostlar alış-verişte görsün... Büyük şehirlerden kalkıp gelen, bu işi gerçekten seven birkaç permakültürcü dışında herkes gülüyor o işlere. Bir sapta yirmi karpuz alan adam, bir sapta üç karpuza razı olur mu hiç sizi düşünüp..? 
Birinci koldan GDO'lu tohumlar girer; ikinci koldan, aynı kaynaktan ''Organik Tohumlar'' pazarlanır. Allanır, pullanır, üç beş dernek kurulan pazarlardan iyice bir nemalanır, sertifikalar satılır, bilinçlenmeye çalışan tüketici güzelce aldatılır. 
Hiç durup iyice düşündünüz mü..? Okuyun: Organik Tarım Doğal Tarım mıdır?