14 Şubat 2011 Pazartesi

******


Uzun zamandır çektiğim sıkıntıların bir kısmını mizahla ballandırarak anlattığım dünkü yazımdan, son günlerde ‘Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…’ durumlarıyla meşgul olduğumu anlamışsınızdır. Bir doktor yakını, bir tıbbi müessese çalışanı, bir hasta ve bir hasta yakını olarak – Tıp Mezunu olmak dışında – sistemin ıncığına cıncığına şahit oldum. Bence olayın en sıkıntılı kısmı tanı koyma aşaması… Kan al, film çek, yine kan al, ultrason, yukarıdan yutturuş, aşağıdan göz uyduruş, damara müdahale, BT, MR, anjiyo ve saz arkadaşları… Teşhis: Akut hıçkırık!
Hani neredeyse Noah Gordon’un Hekim (The Physician) isimli kitabında anlattığı İbni Sina zamanlarına geri dönülse diyeceğim. Hastanın gözüne, tenine, beden sıvılarının rengine, kokusuna bakılarak teşhis konulduğu yıllara yani… İki günde teşhis konmuş olur. Tedavisi varsa vardır, yoksa yoktur. Hiç olmazsa ‘Aman şuyum mu var, buyum mu var?’ diye fazladan bir evham süreci yaşanmaz. Zaten günümüzde sağlıklı hisseden insanları bile kendinden şüpheye düşürmeye, tedirgin etmeye, hatta düpedüz korkutmaya varan bir bilgilendirme furyası var.
Siz turp gibiyim diyorsunuz, ama ya kulak memenizde fazladan bir kıvrım varsa veya elinizin orta parmağıyla yüzük parmağı aynı boydaysa… Vah vah! Ruhunuza el Fatiha! Bittiniz, mahvoldunuz! Kalp mi verelim, ciğer mi? Şeker mi alırsınız, tansiyon mu, yoksa kanser mi? Amanın! Yoksa patlıcan mı yiyorsunuz? Sakın ha! Şuna neden olur. Gerçi buna da iyi gelir, ama yarar / zarar oranını iyi hesaplamak lazım. Domatesin kabuğunu soyuyor musunuz? Katiyen olmaz! Hele şimdi mevsimi değil, zinhar tüketmeyin! Salçası mı? Çok zararlı! Mevsiminde de hormonluyorlar… Siz en iyisi onu toptan çıkarın diyetinizden.
Sağlığa o kadar takıntılandık ki, yaşamak nasıl bir şeydi unuttuk. Önümüze hamburgerle patates kızartması getirdiklerinde gözlerimizin önünden lömbür lömbür etleri pırtlamış insan görüntüleri, kapılardan sığmayan, sedyelerde morarmış dudaklar, korkudan pörtlemiş gözlerle yatan hastalar geçiyor. Kasap vitrinlerindeki etlere gözümüz ilişince ülkemizi işgale hazırlanan düşman ordularını görmüş gibi dehşetle irkiliyoruz. Yumurtanın sarısıyla beyazına dünyada eşi benzeri görülmemiş bir ayrımcılık politikası güdüyoruz. Hamur işlerini kapımızın eşiğinden içeri sokmamak için kanımızın ve irademizin son damlasına kadar savaşıyoruz. Buna karşın on yıllarımızı inanarak geçirdiğimiz birçok sağlık kaidesi çöp kutusunu boyladı. Süt ülsere iyi gelmiyor. Yumurta kolesterol yapmıyor. Çocukken ‘Protein almak şart.’ diye kafamızın etini yedikleri – ki o da kırmızı etti :)) – beslenme tarzı şimdi sadece çocukların harcı, ana babaları onları seyredip burunlarını çeksin artık…
Hastalıklara, sağlığımızı bozması muhtemel şeylere karşı bilgi, alet edevat ve ilaçla donandıkça iç huzurumuzu kaybediyoruz sanki. İşte o yüzden başka hiçbir konuda onaylamayacağım cehaleti bu konuda baş tacı etmeyi diliyorum zaman zaman. Her gün yaptığım egzersizden sonra “Oh, bugün de kalbimi korudum. Fazla kiloları, kolesterolü, lipidi defettim. Bir de yarın sabah uyanmayı başarırsam gerisi kolay.” diye düşünmek yerine sadece hareket etmiş olmanın zevkini – adrenalini, endorfini karıştırmadan – çıkarmak istiyorum. Zira dışarıda soluyacağım kirli hava, yemekte yediğim egzoz gazına doymuş şehir bostanı ürünü salata, evimi, giysilerimi temiz tutmak için havaya saldığım deterjan, haşerattan korunmak için püskürttüğüm böcek ilacı, başımın ağrısını geçirsin diye aldığım ağrı kesici toplanıp beni kündeye getirecekler zaten. E, o zaman ne olacak? Sistemime serbest radikaller salınacak. Hiiiii! Acilen bir antioksidan dozuna ihtiyacım var. Açılıııııııııın!

*****


Bu kadar hastalık, doktor, teşhis muhabbeti yeter! Biraz da başka şeylerden bahsedelim, di’ mi ama? (İyi de neden bahsedelim?) Havalar da bu ara bayağı düzeldi… (Tamam, sen buradan sağa sola sapmadan düz devam et! Elbet bir yerlere çıkarsın.) Zaten bu yıl kış oldu mu, olmadı mı anlayamadık. (Eeee? Şimdi ne di’yce’z?) Gene de ‘Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.’ atasözüne uygun olarak bekliyoruz. (Eh, fena değil. Araya altı kelimelik bir atasözü de sıkıştırdın. Şunun şurasında yazıyı bitirmeye ne kaldı? Taş çatlasın yirmi beş satır… Ha gayret!) Sahi biz neden bu kadar korkar olduk kardan kıştan? Biz derken, başının üzerinde iyi kötü bir çatısı, giyeceği, yiyeceği, yakacağı olanları kastediyorum. Gazeteler, televizyonlar ‘Kar geliyor, kar!’ duyurusu yapar yapmaz telefonlar işlemeye başlıyor.
“Duydun mu, kara kış geliyormuş?”
“Beyaz olmasın o?”
“Hı???... Haaaa! Bırak şakayı! Hava sıcaklığı sekiz derece birden düşecekmiş.”
“Bi’ yerini sakatlamasa bari…”
“Kim???... Amaaaan! Kafa bulma! Bak, dışarı çıkarken sıkı giyinin! Atkınızı, şapkanızı, eldiveninizi ihmal etmeyin!”
“Olur.”
“Yiyeceğiniz var mı?”
“Efendim?”
“Evde diyorum… Yiyeceğiniz var mı?”
“Ayıptır söylemesi, kuru fasulye pilav yaptıydım. Turşu da var. Buyurun birlikte yiyelim.”
“Yok ya, onun için demedim… Aslında ne iyi olurdu be! Bak, şimdi ağzım sulandı… Ama olmaz! Şimdi sizde mahsur falan kalırız. Neme lazım!”
“Doğru, buraya her kış kurtlar iner zaten.”
“Aman ne komik! Ben ne diyo’dum? Hah! Yemek, yemek…”
“Senin de aklın midende birader.”
“Koş markete, biraz yiyecek depola! Sonra her şey biter, kalırsın ayazda. Ayaz dedim de, kalorifer yanıyo’ mu? Ev sıcak mı? İşe nasıl gideceksin? Arabayı çıkartma! Ama illa çıkacaksan, bari yanına kurutulmuş et, kurabiye, çikolata, su falan al! Ha, bir de küçük bir balta! Ağaç keser, ateş yakar ısınırsın. Cep telefonunu açık tutma! Şarjı biter, yerini tespit edemeyiz maazallah… Sakın uyuma! Donar ölürsün. Etrafta ışık görürsen sığınmaya çalış! Dinliyor musun sen beni?”
“Dinliyorum, dinliyorum. Çığ uyarısını ne zaman yapmışlardı diye düşündüm de, dalmışım…”
“Ne çığı? Çığ da mı düşecekmiş? Sen kapat! Ben herkesi arar haber veririm. Hanııııım, duydun mu çığ düşece… Çat!”
Eh, biraz abarttım, ama bu hale gelmemize de pek bir şey kalmadı hani. Oysa çocukluğumda şimdikileri solda sıfır bırakacak kışlar yaşadık. Üstelik o zaman ne kaloriferli dairelerimiz, ne süper, hiper, mega marketlerimiz, ne sokaklara serpiştirecek kimyasallarımız, ne bir taraftan ‘Hava buz gibi, ama birazdan en bi’ buz gibi olacak! Aaaaz sonra!’ diye korkuturken, diğer taraftan ‘Selim kendisini kuzeniyle beşinci kez el ele yakalayan Neslihan’a ne cevap verecek? Reytinglere tavan yaptıran dizimiz Soğukta Dudağı Uçuklayanlar bir dakika on sekiz saniye sonra!!!!’ diye avutan televizyonlarımız vardı. Hepimiz evin soba yanan odasına doluşur, yorganları kafamıza çeker, evdeki erişteleri, salçaları, turşuları, teneke peynirlerini, kurutulmuş sebzeleri yer, işe ya da okula yürüyerek gider gelir, eğlenmek içinse (Hayır efendim! Televizyon zaten yoktu, radyo falan da dinlemezdik! Dinleyemezdik. Hava hapşırmaya başladığı anda elektrikler kesilmiş olurdu zaten… Pilli radyo? Pil dünyanın parası! Zaten çinko karbon piller üç dak’kada biter. Hem… Tamam, tamam sustum.) duvarda gölge oyunları yapardık.
Tuhaf şey! Hiç korktuğumuzu hatırlamıyorum.

13 Şubat 2011 Pazar

"Ne söylendiğine değil, kimin söylediğine bakmak...".



1) Beni protesto edenler Arena programını izlememişler.

2) İzleyenler olmuşsa anlamamışlar.

3) Konuşma, AKP'nin, "Bugün seçim olsa yüzde kaç alır?" faraziyesi üzerinden yapıldı. Çünkü AKP anketi yüzde 50 demiş. Aziz Nesin ise, 12 Eylül Anayasası ve Kenan Evren oylaması için oy kullananların, "yüzde 60'ı aptal" demişti, ben henüz kendi fikrimi söylemedim. Seçimler 12 Haziran'da. Henüz oy kullanılmadı. Olmayan bir şey üzerinden "Sen bize aptal dedin" diye havalanmak akıllıca bir şey mi?

4) Birileri, Taksim'de, okuluma yürüdü. Üniversiteli gençler, işçilere, memurlara yürüyüş izni yok ama size (VERDİLER)...

5) AKP'nin her yaptığını beğenmek zorunda olan sizsiniz. Benim böyle bir zorunluluğum yok. Yarın CHP gelse aynı muhalefeti onlar için yapacağız. Biz mizahçıyız, şakşakçı değil.

6) Küfür ve hakaretle, olmamış bir şey için ayaklanıyorsanız karşılığını göreceksiniz.

7) Senin Başbakan'ın, bir gencecik çiftçiye "Ananı da al git" diyor sesiniz çıkmıyor, ben "aptal" demişim diye etmediğiniz alçaklık kalmıyor. Tabii, başbakan sizi küfüre alıştırdı. Ama karşıma gelirseniz, benim küfürlerim sizinkilere benzemez. Çünkü siz AKPsiniz, ben ise bağımsız.

8) Sizin AKP'den çıkarlarınız var. Acaba bu işler için para mı alıyorsunuz?

9) Beni protesto için telefon açan üç kişiyle konuştum. Arena programında ne dediğimi sordum. Üçü de söyleyemedi. Sonra özür dilediler.

10) AKP'nin tehditkar militanları da varmış. Pek çok şeyi olduğunu biliyorduk da militan işini bilmiyorduk. Bakalım daha neleri göreceğiz?

11) AKP'lilerin bir korkusu var. Çünkü eskiden yapılmış bir espiriye bu denli tepki verilmez. Bir korku var.

12) AKP'ye karşı hiçbir muhalif ses, çıkmayacak öyle mi? Bizi tehditle, baskıyla sindireceksiniz öyle mi?

13) GMD yani "Gündem Değiştir Merkezi"niz şimdi de beni buldu. Bir süre de bununla işi götürüp, pahalılığı, üniversite gençliğinin durumunu, emeklileri, açları gündemden uzaklaştıracak. Biz de bunu yutacağız. Ya da Arınç'a yeni bir suikast senaryosu yok mu?

14) BİRİLERİNİN "KRAL ÇIPLAK" DEMESİ LAZIM.

Biraz dikkatli bakınca ülkenin hızla faşizme doğru gitmekte olduğu görülüyor. Hüseyin Çelik ekrandan alenen insanları yönlendirip: "Müjdat Gezen'e halk gereken cevabı verecektir" diyor. Ertesi günü halk (44 kişi 16-17 yaşlarında çocuklar ve bir iki yobaz) okulumuzun önünde pankart açıyor. Bizim öğrenciler dışarı çıkıp reaksiyon gösterse, sorumlusu Hüseyin Çelik. Belki de yapmak istedikleri bu. Tek ses olacak. Herkes AKP'yi sevecek ve onlar gibi düşünecek. Mizah da onların istediği gibi olacak... Öyle yağma yok efendiler... Birilerinin "Kral Çıplak" diye bağırması ve bunların içyüzünü sergilemesi gerekiyor. Ben bir mizahçıyım. Kendi fikirlerimi özgürce söyleyeceğim ve diyeceğim ki: "Kral Çıplak."

15) Bunlar kendilerini halkın temsilcisi olarak görüyorlar ve AKP'ye bir söz söylendi mi bu halka söylenmiş oluyor. Peki AKP'li olmayan ve asıl çoğunluk olan kesim halk değil mi?

16) Atatürk'ü sevenleri "Kemalist" diye aşağılamayı adamlık sananlara bir Türk filmi tavsiye ediyorum. Adı: O Çocukları, orada güzel bir sahne var.

17) Konfüçyüs'ün bir öğrencisine şöyle diyorlar: "Üç kişi birden üstad için kötü konuşmuşlar. Acaba o ne der?" Öğrencisi yanıtlıyor: "O ne söylendiğine değil, kimin söylediğine bakar".

Siz de öyle yapın. Söyleyenlerin suratlarına bakın. (Sen muhteşemsin Konfüçyüs. Benimkilerde surat olsa bakacağım ama...)

18) Milletvekili olacakların tam teşekküllü bir hastaneden rapor almaları gerekir. Çünkü bizi yönetecek insanların ruh sağlıklarının tam olması şart.

Müjdat Gezen / Sözcü Gazetesi 11,02,2011

4 Şubat 2011 Cuma

"MUSTAFA KEMAL'İN TIRNAĞI.."


Türkiye’yi Araplara benzetmek isteyenler için şanssız günler:

Çünkü işte; Araplar Türkler gibi olmak istiyorlar…

Olamıyorlar…

Müslüman kentlerindeki bağrışan kalabalıklar, isyanlar, başkaldırılar, alevler, kanlar, gözyaşları, tümü bunun için…

*

O çığlıklar atarak istedikleri şeyler, aslında Mustafa Kemal’in kendi ulusuna neredeyse yüz sene önce verdikleri usta…

Ulusal egemenlikten kadın haklarına, hukukun üstünlüğünden emeğin kutsallığına, insan haklarından demokrasiye kadar…

Bir parlamento…

Bir anayasa…

Bir laik devlet…

Ve yüzünü çağdaşlığa dönmüş bir toplum…

İşte; Müslüman ülkelerin olmak istedikleri ama olamadıkları şey…

İstiyorlar ya…

Ama olamıyorlar…

*

Bizim badem bıyık ise ne zamandır Araplar gibi olmak sevdasında…

Ne yapacaksınız?..

Laikliği reddediyor, devrim yasalarını peş peşe ortadan kaldırıyor, tarikatı egemen kılıyor, kadını örtüp sarmalıyor…

Medeniyete kızıyor…

Çağdaş yaşamı aşağılıyor…

Modern değerleri tekmeliyor…

Cumhuriyet geleneklerini siliyor…

İşte; Müslüman halkların kan-gözyaşı içinde aradıklarını yüz sene önce milletine veren Mustafa Kemal’e küfrediyor…

Hiç utanmıyor…

Hiç yüzü kızarmıyor…

*

Müslüman-Arap ülkelerde olup bitenler, aslında Türkiye’nin başına ne geldiğini de baştan anlatıyor herkese…

İhaneti de…

Gafleti de…

Türkiye’nin kimlerin peşine takılıp gittiğini de…

*

Bence zamanıdır; “eksen kayması” tartışmaları arasında, Arap ülkelerinde fink ata ata, ülkemizi benzetmek istediği yerden yükselen alevleri ve çığlıkları göstermeli arkadaşa…

Ve yeniden hatırlatmalı:

“Kurban olsun Mustafa Kemal'in tırnağına..."