14 Şubat 2011 Pazartesi

*****


Bu kadar hastalık, doktor, teşhis muhabbeti yeter! Biraz da başka şeylerden bahsedelim, di’ mi ama? (İyi de neden bahsedelim?) Havalar da bu ara bayağı düzeldi… (Tamam, sen buradan sağa sola sapmadan düz devam et! Elbet bir yerlere çıkarsın.) Zaten bu yıl kış oldu mu, olmadı mı anlayamadık. (Eeee? Şimdi ne di’yce’z?) Gene de ‘Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.’ atasözüne uygun olarak bekliyoruz. (Eh, fena değil. Araya altı kelimelik bir atasözü de sıkıştırdın. Şunun şurasında yazıyı bitirmeye ne kaldı? Taş çatlasın yirmi beş satır… Ha gayret!) Sahi biz neden bu kadar korkar olduk kardan kıştan? Biz derken, başının üzerinde iyi kötü bir çatısı, giyeceği, yiyeceği, yakacağı olanları kastediyorum. Gazeteler, televizyonlar ‘Kar geliyor, kar!’ duyurusu yapar yapmaz telefonlar işlemeye başlıyor.
“Duydun mu, kara kış geliyormuş?”
“Beyaz olmasın o?”
“Hı???... Haaaa! Bırak şakayı! Hava sıcaklığı sekiz derece birden düşecekmiş.”
“Bi’ yerini sakatlamasa bari…”
“Kim???... Amaaaan! Kafa bulma! Bak, dışarı çıkarken sıkı giyinin! Atkınızı, şapkanızı, eldiveninizi ihmal etmeyin!”
“Olur.”
“Yiyeceğiniz var mı?”
“Efendim?”
“Evde diyorum… Yiyeceğiniz var mı?”
“Ayıptır söylemesi, kuru fasulye pilav yaptıydım. Turşu da var. Buyurun birlikte yiyelim.”
“Yok ya, onun için demedim… Aslında ne iyi olurdu be! Bak, şimdi ağzım sulandı… Ama olmaz! Şimdi sizde mahsur falan kalırız. Neme lazım!”
“Doğru, buraya her kış kurtlar iner zaten.”
“Aman ne komik! Ben ne diyo’dum? Hah! Yemek, yemek…”
“Senin de aklın midende birader.”
“Koş markete, biraz yiyecek depola! Sonra her şey biter, kalırsın ayazda. Ayaz dedim de, kalorifer yanıyo’ mu? Ev sıcak mı? İşe nasıl gideceksin? Arabayı çıkartma! Ama illa çıkacaksan, bari yanına kurutulmuş et, kurabiye, çikolata, su falan al! Ha, bir de küçük bir balta! Ağaç keser, ateş yakar ısınırsın. Cep telefonunu açık tutma! Şarjı biter, yerini tespit edemeyiz maazallah… Sakın uyuma! Donar ölürsün. Etrafta ışık görürsen sığınmaya çalış! Dinliyor musun sen beni?”
“Dinliyorum, dinliyorum. Çığ uyarısını ne zaman yapmışlardı diye düşündüm de, dalmışım…”
“Ne çığı? Çığ da mı düşecekmiş? Sen kapat! Ben herkesi arar haber veririm. Hanııııım, duydun mu çığ düşece… Çat!”
Eh, biraz abarttım, ama bu hale gelmemize de pek bir şey kalmadı hani. Oysa çocukluğumda şimdikileri solda sıfır bırakacak kışlar yaşadık. Üstelik o zaman ne kaloriferli dairelerimiz, ne süper, hiper, mega marketlerimiz, ne sokaklara serpiştirecek kimyasallarımız, ne bir taraftan ‘Hava buz gibi, ama birazdan en bi’ buz gibi olacak! Aaaaz sonra!’ diye korkuturken, diğer taraftan ‘Selim kendisini kuzeniyle beşinci kez el ele yakalayan Neslihan’a ne cevap verecek? Reytinglere tavan yaptıran dizimiz Soğukta Dudağı Uçuklayanlar bir dakika on sekiz saniye sonra!!!!’ diye avutan televizyonlarımız vardı. Hepimiz evin soba yanan odasına doluşur, yorganları kafamıza çeker, evdeki erişteleri, salçaları, turşuları, teneke peynirlerini, kurutulmuş sebzeleri yer, işe ya da okula yürüyerek gider gelir, eğlenmek içinse (Hayır efendim! Televizyon zaten yoktu, radyo falan da dinlemezdik! Dinleyemezdik. Hava hapşırmaya başladığı anda elektrikler kesilmiş olurdu zaten… Pilli radyo? Pil dünyanın parası! Zaten çinko karbon piller üç dak’kada biter. Hem… Tamam, tamam sustum.) duvarda gölge oyunları yapardık.
Tuhaf şey! Hiç korktuğumuzu hatırlamıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder